Gençlerin özgün yazısından alıntıdır. Kendilerine, öğretmenlerine saygı ve
minnet borçluyuz.
TÜRKİYE
9.SINIF ÖĞRENCİSİ 3 GENCİN YAZDIĞI YAZIYI KONUŞUYOR.
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini,
ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını,
zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler
yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya
hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her
söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep
ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç?
Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim
gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven
birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve
çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran
bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran
sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı,
kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a
Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür
ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç
kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının
kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın
görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu
nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre
kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte
müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker
kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir
adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı.
Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı.
Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda
taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden
Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında
Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla
duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü
ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker,
düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği
değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi
insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden
daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları
geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında
Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı.
Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır,
ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk,
Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen
yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve
toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife
Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini
anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha
evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu
şarkısını dinleyip ağladı.
“Gördüm seni bir gün yeni açmış güle
döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle
döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık
kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle
döndüm.”
Ömrü boyunca
evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu…
Cumhurbaşkanı
oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu
kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir
devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı
bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu
yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında
kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu,
seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman
pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle
dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız
mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan,
halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl
yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan
bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi
olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir
çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her
“Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün
resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı
gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin
lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu
öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti.
Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya
yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi.
Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de
kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye
vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest
bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus
ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk
toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?”
sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu
soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı.
Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı
yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi.
Cumhurbaşkanlığının
15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan
atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye
dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı.
Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim
ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o
ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi
olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine
son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür
ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın
özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar,
tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek
oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da
yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez,
üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin
düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul
günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla
şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na
pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını
yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe
rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle
damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı
çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar,
dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli
kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının
mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan
bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün
yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış.
Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben
ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek
liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48
geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten
bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki
çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir
şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden
çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir
yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği
zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce
kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını
cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı,
başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi.
Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın
üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları
düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen
hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve
tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla
geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı.
İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı.
Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü
koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden
öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.”
dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece
dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri
ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser,
anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden
birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?”
sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye,
“Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken
odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve
seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk
hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten
armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı
arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der,
kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir
akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika
Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık
oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit
bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe,
dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti
kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de
insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var…
Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da
sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş
Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı
olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan
komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması
için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak
“Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve
ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal
üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde
uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı.
Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden
sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve
ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir
kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an
okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun
büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar
dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük
adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de
oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan
ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme
bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği
ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden
sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının
kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk
duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu.
İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde
de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan
bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi
almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum.
Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir
adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi.
Sen’i
unuttuk sanma.
Zaman
alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı
asla!
Hazırlayanlar:
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma D
Ahmet G
Ege D….
Nilüfer Sarıyer